Yer verdiği mezbaha görüntüleriyle katliamı açık eden kurmaca filmler

Birçok belgeselde veya gizli kamera çekimlerinden oluşan video görüntülerinde mezbahalarda nasıl bir vahşetin yaşandığına tanık olmuşuzdur. İnsanlardan uzakta, şehrin dışında inşa edilen bu ölüm evleri sadece öldürmekle kalmıyor aynı zamanda türlü işkencelere de ev sahipliği yapıyorlar. Lakin hâlâ birçok insan, hayvanları toplu olarak katleden mezbahalardaki gerçeklerden bihaberler. Zira belgesellerin geniş kesime ulaşma gücü özellikle bizim ülkemizde çok sınırlıdır. Fakat özellikle son yıllarda kurmaca filmlerde de mezbaha görüntülerine yer verilmeye başlandı. Bunun sebebi kimi zaman tamamen etik bir yerden kimi zaman da daha dışarıdan bir yerden olabilmektedir. Sebep ne olursa olsun geniş kesimlere ulaşabilen bazıları oldukça popüler ya da başyapıt değerindeki filmlerin kapalı kapılar ardındaki utancı açık etmesi azımsanmayacak bir durumdur. İşte tarih sırasına göre bu filmlerden bazıları:

Listedeki filmlerde kullanılan mezbaha görüntülerinin hiçbiri film için yapılmamıştır. Bu görüntüler ya var olan mezbaha görüntülerinin kullanılmasıyla ya da herhangi bir mezbahadan alınan görüntülerin filme eklenmesiyle oluşturulmuştur. Sadece Stachka’nın neredeyse yüz yıllık bir film olmasından dolayı görüntünün nasıl elde edildiğine dair net bir bilgiye ulaşmak mümkün olamamaktadır. Bu nedenle Stachka filmiyle ilgili bir şerh koymak gerekebilir.

*Yazıda yer alan bazı katliam/mezbaha görüntüleri tetikleyici olabilir!

Stachka (Yön. Sergei Eisenstein, 1925)

Rus sinemacı Eisenstein’ın ilk filmi Stachka (Streik-Grev), Çarlık döneminde bir fabrikada çıkan isyana odaklanır. Daha adil koşullarda çalışmak isteyen işçiler, örgütlenmeye başlar. Fakat asıl kıvılcım hırsızlık yaptığı iddiasıyla işten atılan bir işçinin intihar etmesiyle çıkar. Greve giden işçilerin talepleri karşılanmadığı gibi sonunda kolluk güçleri tarafından katliama maruz kalırlar. Sovyet Sineması’nın en nadide parçalarından biri olan Stachka, tüm politik söyleminin yanında finaliyle de çok anılmaktadır. Bir kurgu ustası olan Eisenstein, tüm filmlerinde olduğu gibi Stachka’da da o dönem için akılları baştan alan, çokça tartışılan bir kurgu tekniği kullanır. Eisenstein, kariyerinin devamında çok daha çarpıcı şekle büründürecek kurgu tekniklerinden belki en basit ama aynı zamanda en sarsıcı olanlarından birini hayata geçirir.

Üzerlerine rastgele ateş açılan işçilerin görüntülerine paralel olarak mezbahada hunharca katledilen bir hayvanın görüntüsü gelir perdeye. Bir yandan aynı tür içinde yapılan katliam diğer tarafta bir türün diğer türe yaptığı katliam… Arada neredeyse hiçbir fark yoktur. İşin ilginç yanı ise yüzlerce kişinin öldürüldüğü anlarda kan öne çıkmazken tek bir hayvanın ölümüne odaklanan kısımda kan oluk oluk akar. Hatta en sonunda vahşice boğazlanan hayvan bireyin kan fışkırmış yüzündeki ifade kalır perdede. Eisenstein, sinemanın henüz emekleme dönemindeyken bu yaptığı ile birçok kesimi sarsar. Patronların, emek sömürüsüne devam etmek için işçileri öldürmesiyle insan olan bireylerin sırf bencil duygularından vazgeçmedikleri için hayvanları katletmesi arasında bir fark olmadığı ancak bu kadar net verilebilir sanırım. Eisenstein, sinemanın teknik gücünü kullanarak o dönem için devrim niteliğinde bir sorgulamanın önünü açar.

 

Kosmos (Yön. Reha Erdem, 2009)

Yerli sinemanın önemli kilometre taşlarından biri olan Kosmos, bir nevi distopik bir evrende geçiyor. Büyüleyici atmosferiyle her yönetmenin radarına giren Kars, Erdem’in filmine de tüm maharetini gösterecek kadar misafirperver davranıyor. Sermet Yeşil gibi başarılı bir oyuncunun bedeninde adeta şahlanan Battal (Kosmos) karakteri, meczup bir gezgin, modern insanın koyduğu ahlak kurallarını hatta ve hatta iletişim şekillerini bile reddeden bir ermiştir aslında. İyileştirici gücü, doğaya olan saygısı, hayvanlarla kurduğu iletişim şekli ve uhrevi yönüyle de akıllara şamanlığı getirmektedir. Film, hayvanlara hükmederek medenileştiğini zanneden insanlığın karşısına Kosmos’u yerleştirerek mükemmel bir çatışma yaratıyor.

Erdem, Kosmos üzerinden insanlığın tüm kokuşmuş davranışlarını hedef seçiyor. Yemek yeme adına hayvan türünü katletmelerinden tut da hiç sorgulamadan kabul edip geldikleri ahlaki kurallara kadar… İnsanın modernleşmeden önceki özüne saygı duruşu niteliğindeki bu film, kapalı kapılar ardında süregelen vahşeti görünür kılmasıyla ise ayrıca önem arz ediyor. Erdem, önce sahne geçişlerinde sırasını bekleyen kaygı dolu hayvanların anlık görüntüleriyle seyirciyi asıl vahşete hazırlıyor. Lakin asıl sahne geldiğinde bu hazırlığın pek bir etkisi olamıyor. Oluk oluk kanın içinde katledilen hayvanların yürek parçalayan haykırışlarına duyarsız kalmak mümkün değildir.

 

Fehér isten (Yön. Kornél Mundruczó, 2014)

Bu kez yönetmen, seyirciyi hazırlamadan hamlesini yapar ve açılış sahnesi ile başlar seyircisini rahatsız etmeye. Film, tahammül edilmesi hayli zor olan mezbaha görüntüsüyle insanoğlunun sırf beslenmek için yaptığı ya da ortak olduğu vahşeti en ince ayrıntısıyla gözler önüne serer. Lakin bu kan donduran sahneden sonra da seyircinin nefes almasına müsaade edilmez. Macaristan’da uygulanmaya başlayan türcü yasayı (Evinde safkan olmayan köpek besleyenlere çok ağır vergiler getirilir. Birçok üst orta sınıf ailenin bile ödeyemeyeceği bu vergiler sebebiyle insanlar köpeklerini sokağa bırakmak ya da bir hayvan hapishanesi, ölüm yuvası olan barınaklara teslim etmek zorunda kalırlar. Ki bu yasa Macaristan’da yükselmeye başlayan dikta rejiminin ayak sesleridir. Bu türcü tutum devamında ırkçı yönetimi getirir.), hayata olan öfkesini çocuklarına yönelten ebeveynleri, öğrencilerini anlamaya çalışmayan sadece suçlayan öğretmeni, çöpe attığı artıkları bile hayvanlar ile paylaşmaktan aciz, türcü, bencil insanları, para kazanmak ya da egolarını tatmin etmek için hayvanlara işkence yapan zavallıları nefes almadan izleriz.

Fehér isten’i (White God – Beyaz Tanrı) izlerken yer yer duymaya bile tahammül edemeyeceğimiz sertlikte gerçeklere tanık olur, net bir şekilde safımızı belli ederiz.  Evet, izleyici olarak artık insanlığın varoluşundan itibaren itilip kakılmış, kötü emellerine alet edilmiş, kullanılıp atılmış olan köpekler özelinde tüm hayvanlar için atmaya başlar kalbimiz. Çünkü baskı ve şiddetin olduğu yerde direniş vardır. Fehér isten, hem anlattığı meselenin can alıcılığı hem muhteşem şiirsellikteki final sahnesi hem de gerçekleri görünür kılmakta bir beis görmeyen yapısıyla hafızalara kazınır.

 

George Coeur Ventre (Yön. Maud Alpi, 2016)

Maud Alpi’nin ilk uzun metrajı olan George Coeur Ventre (Still Life – Sakatat) hayvanlara yapılan sistemli katliamı perdeye aktaran bir film. Üstelik etik bir vegan olan Maud Alpi, bunu yaparken kör göze parmak sokmaktan özellikle imtina ediyor. Kan ve vahşet görüntülerindense hayvanların mezbahada katledilmeden önceki son zamanlarına, hissettiklerine odaklanan kamera, kimi zaman korkudan ayrılan gözlere, kimi zaman ne olduğunu anlamak için dikilen kulaklara kimi zaman da hızla atan bir kalbe uzun uzun bakarak, ne hissettiklerini anlamamızı, onlarla empati kurmamızı istiyor. Fakat filmin en anlamlı yanı, tüm bu bakışın bir köpeğe ait olmasıdır. Tamamen diyalogsuz olan film, mezbahada çalışan bir genç ve onunla yaşayan köpeğinin günlük rutini üzerinden ilerliyor. El üstünde tutulan, ayrıcalıklı bir yere koyulan köpek ile itelenen, ötekileştirilip katledilen çiftlik hayvanları aynı mekânda buluşuyor. Lakin film, bizim onlara nasıl baktığımıza değil insan olmayan bir hayvanın diğer insan olmayan hayvana bakışına odaklanıyor. Ki günün sonunda köpeğin bakışı, gerçekleri görmek istemeyenlerin yüzüne bir ayna tutuyor.

Hayvanların yürek parçalayan haykırışları dışında ne diyaloglara ne de müziğe yer veren filmin, kasvetli havası, sarı rengin hâkimiyetindeki görüntüleri ve şahit ettikleri ile seyircinin suratının ortasına tokat gibi indiği inkâr edilemez. İnsan türünün hayvanlara yaptığı katliamı oldukça çarpıcı bir dille anlatan film, aynı zamanda bir doküdrama olma özelliği de taşıyor.

 

Okja (Yön. Bong Joon Ho, 2017)

Aksiyon, komedi, dram, macera gibi birçok türden beslenerek seyircinin karşısına çıkan Okja, hayvan sömürüsünün filmler yoluyla insanlara ulaşması konusunda adeta bir kırılma noktası yaratmıştır. Okja’da Bong Joon Ho, sadece mezbahalarda yapılan katliamı ve et yemenin neden olduğu vahşeti merkezine almıyor. Joon Ho, meseleyi temelden deşifre ediyor. En başta hedefe endüstriyi koyuyor. Et sektörünü görmezden gelerek bir şeyleri eleştirmek imkânsız ne de olsa. Ki bu anlamda tehlikeyi büyük resme bakarak işaret etmesi filmin en önemli hamlesi oluyor.  Daha çok ve daha nitelikli et elde etme amacı güden bir et şirketinin yapay yollarla ürettiği, domuz ile hipotalamus arası bir hayvandır Okja. Kendisi gibi üretilen ve dünyanın dört bir köşesine doğal yollardan büyümesi için gönderilen bir kobay aslında o. Zira belli bir yaşa gelince kendisi ile aynı kaderi paylaşan türdeşleriyle bir yarışa sokulacak ve et kalitesi en iyi olan kazanacaktır. Ne var ki her şey tıkır tıkır işlerken Okja ile Mija’nın dostluğu tüm planları sekteye uğratıyor. Neredeyse tüm film, Mija’nın Okja’yı kurtarmaya çalışmasıyla geçiyor diyebiliriz. Ta ki finale kadar…

Finalde ise Mija’nın Okja’ya kavuştuğunda şahit olduklarına odaklanıyoruz. Devasa bir mezbahadaki tüm ölüm makinelerini görmekle kalmıyor,  hayvanları ölüme götürürken kullanılan ölüm yolundan, elektroşok silahına ve daha nicesine kadar tüm katliam ve işkence sürecine ortak oluyoruz. Joon –Ho, gerçekte yaşanılanları hiç kırpmadan ya da basitleştirmeden gösteriyor. Hayvanların CGI* teknolojisi ile yaratılmış olması ise hissedilen acıda asla bir eksiklik yaratmıyor. Okja, listedeki diğer filmlere göre daha popüler, ana akım bir platformda gösterilmiş ve Cannes Film Festivali’nde tartışmalara hâsıl olmuş bir film olarak çok daha geniş bir kesime ulaşmış ve birçok kişinin vegan olmasına ya da en azından buna niyet etmesine de vesile olmuş bir filmdir. Bunun en büyük sebebi de tam da bahsettiğim mezbaha görüntüleridir.

 

Teströl és lélekröl (Yön. Ildikó Enyedi, 2017)

Bir film hem dişlerinizi sıkıp, ekrana bakamayacağınız kadar sert hem de içinizin yağlarını eritecek denli pamuk şeker tadında naif olabilir mi? Macar yönetmen Ildiko Enyedi harikası, Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı’yı kazanan Teströl és lélekröl (On Body And Soul – Beden ve Ruh) tüm varlığıyla tam da böyle bir film. Hikâyesinin çoğunun bir mezbahada geçmesinden dolayı hayvan türüne yapılan katliama tüm çıplaklığıyla şahit oluyoruz. Lakin aynı zamanda burada çalışan iki insanın tarifi mümkünsüz aşkına da aynı şekilde eşlik ediyoruz. Zira kahramanlarımızın gördükleri rüyalar bile her daim bizimle birliktedir.

Zaten filmin en dingin, en baş döndürücü sahneleri de rüyalar oluyor. Absürd komedinin sularından ayrılmayan ama yer yer tam bir melodramın klişeliğine de sığınan, yüzümüzden gülücük ile hüznü, kahkaha ile gözyaşını bir arada harmanlayan bir başyapıt Teströl és lélekröl. Hayvanlarla insanları birçok yönden aynı potada eriten filmin, bir yandan ormanda özgürce yaşayan ceylanları bir yandan da mezbahada ırzına geçilen hayvanları perdeye taşıması gerçekten etkileyicidir. Yine iki farklı tür arasında yaşanan ayrımcılığın gözler önüne serildiği filmin çok şey anlattığını söyleyebiliriz. Tabii anlamak isteyene…

 

Dipnotlar:

* Computer generated imagery yani bilgisayar üretimli imgeleme demektir.

 


Bu yazı da ilginizi çekebilir: Bir Parazitlik Hikayesi: My Octopus Teacher


 

2 thoughts on “Yer verdiği mezbaha görüntüleriyle katliamı açık eden kurmaca filmler

  • 17 Haziran 2022 tarihinde, saat 13:35
    Permalink

    Çok güzel bir liste olmuş. Çoğunu sizden duydum,emeğinize sağlık.

    Yanıtla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir