Bir Parazitlik Hikâyesi: My Octopus Teacher

İlk Söz

Pippa Ehrlich ve James Reed ikilisinin yönettiği bir ahtapotun ömrüne odaklanan belgesel, Güney Afrikalı belgesel yapımcısı Craig Foster’ın kişisel bir yolculuğu aslında. Foster’ın bir yıla yakın süre her gün su altında yaptığı çekimlerden ve sonrasında Ehrlich ile Reed ikilisinin tamamlayıcı çekimlerinden oluşan belgesel, En İyi Belgesel dalında Oscar dâhil olmak üzere birçok ödül kazandı. Klasik doğa belgeseli anlayışını tersten kuran My Octopus Teacher (2020), bilgi edinmemiz gereken doğaya değil de doğaya bakarken kendimize dair okuma yaptığımız bir yapım.

Foster, Atlantik Okyanusu’nun Fırtınalar Burnu’ndaki kayalık havuzlarında şnorkeli ile yaptığı dalış esnasında karşılaşıp ömrünün sonuna kadar her gün düzenli takip ettiği ahtapot ve onun yaşam alanı hakkında bilgi vermekten çok kendisi hakkında bilgi sahibi olmamıza neden oluyor. “Neden oluyor!” diyorum çünkü normalde filmin isminden de anlaşılacağı üzere odak nokta ahtapot ve onun yaşam alanı olmalıydı. Üstelik belgeselin sıkıntıları bununla da sınırlı değil. Bu nedenle gösterime girdiğinden bu yana çoğu etik veganın da olumlu karşıladığı ama alt metninde birçok sorun barındıran My Octopus Teacher’ın evrenine biraz daha yakından bakmak istiyorum.

Görsel: Middlebury New Filmmakers Festival

Odak Şaşması

Foster, mesleği ile ilgili tükenmişlik sendromu yaşadığı, kendini boşlukta hissettiği bir süreç yaşar. Bu sendrom, Foster’ın tüm hayatını etkilemeye ve bu nedenle de ailesi başta olmak üzere yakın çevresini mutsuz etmeye başlar. Bu nedenle insanlardan uzaklaşarak okyanusta zaman geçirmeyi, düzenli olarak dalış yapmayı alışkanlık haline getirir. Günün sonunda Foster, bu dalışlar esnasında bir ahtapot ile kişisel yakınlık kurar. Ne var ki bu kişisel yakınlık bir süre sonra kişisel sömürüye dönüşür. Aslında Foster, dalışları esnasında ahtapotla değil de herhangi bir başka okyanus canlısıyla da ilişki kurabilirdi. Ama ahtapotun kendini gizlemek için bütün taşları ve midye kabuklarını üzerinde toplaması Foster’ın ilgisini çekmeyi başarır. Kim bilir? Belki de yaşadığı buhran sürecinden dolayı insanlardan uzaklaşıp görünmez olmaya çalışan kendisi ile ahtapot arasında o anda bir benzerlik yakalamış olabilir. Fakat mesele bu değil? Foster’ın kendisiyle eş gördüğü, özdeşlik kurduğu bir bireyi kendini iyileştirmek için kullanmasına nasıl tamam olabiliriz?

2005 yılında film eleştirmeni Nathan Rabin, MPDG (Manic Pixie Dream Girl)* terimini ortaya atmıştır. Rabin’in yolunu kaybetmiş, tükenmiş olan erkek karakterleri sarsarak onları iyileştiren kadın karakterler için türettiği bu terim, belgeselin bakış açısından izlediğimiz ahtapot için de adeta biçilmiş kaftan. Zira ahtapot, Foster’ın sendromundan çıkıp iyileşmesini sağlıyor. Ahtapot, bunu başarır başarmasına da neden biz Foster’ın iyileşmesine ortak oluruz? Keza Foster’ın yönetmenlere verdiği beyanları dinlediğimiz kısımların fazlasıyla duygu sömürüsü içerdiğini iddia edebiliriz. Foster’ın adeta bir aktör havasıyla yaptığı ağdalı konuşmalar, samimiyetten çok uzaktır. Peki, My Octopus Teacher, bir film yapımcısının hayatının sancılı bir sürecine seyirciyi ortak eden bir yapım mıydı? Zannetmiyorum. Zira filmin hiçbir sinopsisinde bu tarz bir şey fark etmeyiz. Zira odaklanmamız gereken Foster değil ahtapot ve onun yaşam alanı olmalıydı. Lakin insan denilen tür yine üstün gelmiş ve hileyle hurdayla kendini ön plana çıkarmayı başarmıştır.

Görsel: eLearning Industry

Türcülük

“Okyanus mükemmel görünüyordu. Ama sonra yırtıcıları unuttuğumu fark ettim.”

Foster, belgeselin bir yerinde böyle diyor. Foster, tüm belgesel boyunca yaptığı türcülüğü ilk defa aslında açık açık dile getiriyor. Foster’a göre çizgili köpek balıkları, o okyanusun, yaşamın bir parçası değil. Zira Foster, sadece takip ettiği, özdeşlik kurduğu hayvanı yani ahtapotu odağına alıyor. Bu öyle bir noktaya geliyor ki ahtapotu avlamaya çalışan hayvanlar kötü, düşman, canavar olarak çizilirken bir diğer avcı olan ahtapot, sürekli güzelleniyor. Filmin bakış açısı nedeniyle ahtapot, yengeç ya da karides avlarken tamamen avcının yanında konumlanıyorken çizgili köpek balığı ahtapotu avlamaya çalışırken bu kez avın yanında konumlanıyoruz. Yine Foster’ın yaralı olan ahtapotu iyileştirmek için bir midyeyi kendi elleriyle öldürüp sunmasını da unutmamak gerek. Muhtemelen Foster’a göre midyenin canının ahtapotun yanında lafı bile edilmemeli. Peki, bu ayrım neye göre belirleniyor? Ahtapot ile yengeç arasındaki ya da ahtapot ile çizgili köpek balığı arasındaki çizgiyi hangi ahlak anlayışı çiziyor?

Aslında okyanus altında çizilen bu çizgiler yukarıdaki yaşamda da çok aşina olduğumuz bir durum. İnsanların cesedinin parçalarını lezzetli bulduğu için yemeyi ya da yavrusu için salgıladığı sıvıyı içmeyi, menstruasyon atığını yemeği tercih ettiği için zulme, katliama mahkûm olan hayvanlarla diğerleri arasında yapılan ayrım da aynı değil midir? Bir ineğin ceset parçalarından mama yapıp kediye, köpeğe veren yine aynı insan değil midir? Foster, bu paradoksu okyanus altına da taşıyarak insanın kendini doğanın düzenine karar verici, kanun koruyucu bakışını bir kez daha gözler önüne seriyor. Zaten filmde Foster’ın yukarıdan gelen temsili tam olarak bir tanrı metaforudur. Foster, adeta eserine âşık olan yaratıcı konumundadır. İyi ama Tanrı neden bazı kullarını çok severken bazılarına sırt çevirir? Bu sorunun yanıtını verebildiğimiz an her şey çok farklı olacak sanırım.

Görsel: Zoetic

Antropomorfizm

Özellikle son dönem hayvanlara odaklanan filmlerin en büyük sıkıntısı antropomorfizm** olsa gerek. Son yıllarda hayvanlara odaklanan belgesel ya da kurmaca filmlerin çok fazla üretilmesi heyecan verici bir gelişme olsa da bazı noktalarda sıkıntıların artarak devam etmesi üzücüdür. Bunlardan en önemlisi ise La Fontaine ve Ezop masallarından bu yana peşimizi bırakmayan antropomorfizm olsa gerek. Bir hayvan ile aramızda bağ kurabilmemiz, onun da en az bizim kadar yaşam hakkına sahip olduğunu kabul edebilmemiz için neden insan gibi davranması ya da insan gibi görünmesine ihtiyaç duyarız?

My Octopus Teacher’ın belki de en büyük karın ağrılarından biri bu meseledir. Foster, okyanus altında yaptığı çekimler esnasındaki deneyimlerini anlatırken sürekli ahtapota addettiği insani yönlerinden bahseder. Mesela Foster’ı ahtapota yaklaştıran en önemli faktör, onun insan gibi zeki olması olur. Yine ahtapotun avlanmaktan kurtulmak için yaptıklarını kurnazlık olarak ifade etmesi unutulmamalı. Fakat Foster, sadece bununla da kalmaz. Ahtapotun yürüdüğünü, oyun oynadığını ön plana çıkarır. Tüm bunlar Foster’ı ahtapota daha da bağlayan etkenler olur. Bir önceki başlıkta sorduğum sorunun tam olarak yanıtı da buradadır aslında. Kendini Tanrı katında gören insan olan hayvan, kendine daha çok benzeyen, baktığında kendinden bir şeyler gördüğü insan olmayan hayvana daha çok değer biçmektedir. İnsan olmayan hayvanların, insan olan hayvana ne kadar benzerse sömürülmekten, katledilmekten o kadar çok sıyrılma şansı vardır. Oysa ne anlamsız bir çabadır bu! Ahtapotun iki kolu üzerinde zaman zaman ilerlemeyi tercih etmesini neden yürümek olarak ifade etmemiz gerekir gerçekten anlamak güç. Tüm hayvanların bilinç sahibi, hissedebilen canlılar olduğunu bilmemiz onların yaşam hakkına saygı duymamız için neden yeterli olamaz? İnsan düşünmeden edemiyor: “Çizgili köpek balıkları iki ayağı üzerinde yürümediği için mi dışlanıyor?”

Görsel: Sea Change Project

Röntgencilik

Yine son dönem hayvanlara odaklanan filmlerde en çok sorguladığım şeylerden biri de hayvanın 7/24 kameralarla izlenmesi sanırım. Yakın zamanda izlediğimiz Andrea Arnold’un yönettiği Cow için de çok düşündüğüm bir mesele bu. Cow, My Octopus Teacher’dan çok daha olumlu bir yerde dursa da sorgulanması gereken yapımlardır biridir. Bir hayvanı çiftleşme, doğum yapma, uyuma, uyanma gibi her anında burnunun dibinden kayda almak ne kadar etik emin değilim açıkçası. Tüm bu takip, röntgencilik olmuyor mu? Çünkü özellikle semavi dinlerde de hep “Tanrı, bizi izliyor!” baskısı vardır. Tanrı’nın kullarını izlemesi söylemi, onun büyüklüğünün, gücünün diktesidir. Teknolojik ekipmanları elinde bulunduran insan da doğanın üzerinde adeta tanrıcılık oynayarak kendini tatmin eder. Hatta son dönemde hayatımıza fazlasıyla sirayet eden dronlar, insanın tam olarak tanrısal bakış açısını da yakalamasını sağlamıştır. Bu bakış açısına sahip olan insan, adeta Tanrı gibi hayvanların kaderinin kendi elinde olduğuna inanır. Ki artık avcıların da adeta bir doğa belgeseli setinin ekipmanlarında bulunacak tüm alet ve edevatı (dron, kamera, dürbün…) kullandığını da unutmayalım.

Velhasıl kelam, Cow’da Arnold, ineği nasıl her anında kayda alıyorsa Foster da ahtapotu avlanırken, yaşam mücadelesi verirken, acı çekerken, çiftleşirken, doğururken izleyip kayda alıyor. Ahtapot hastalandığında onu beslemeye çalışıyor. Tehlikede olduğunda uyarmak istiyor. Yani bir nevi gücün kendi elinde olduğunu düşünerek bir Tanrı edasıyla düzeni değiştirmeye çalışıyor. Yalnız unutmamak gerek ki Tanrı kimi zaman yardım ederken kimi zaman da kullarına sırtını dönebilir. Tabii ahtapotun bu kameraya ve Foster’a alıştığı aşikâr. Tamam, o noktada bir itirazım yok. Sorulması gereken soru o değil zaten. Ahtapot o kameraya neden alışmak zorunda? Foster’ın iyileşip hayata dönebilmesi için mi? O zaman alternatif tıpta canlı hayvanların tedavi amaçlı kullanılmasıyla ya da hayvanların ilaçların yapımında deney kobayı olarak kullanılmasıyla arada ne fark var? Sanırım yok!

Görsel: VPN

Arzu Nesnesi

Klasik anlatı sinemasında, izleyicinin ekrandakini izlemesi durumu, ekranı dikizlemesi olarak betimlenebilmekte, bu durumda da izleyici aktif, izlenen pasif olarak nitelendirilebilmektedir. Elbette bu noktada haz duyan taraf izleyicidir. Feminist film teorisyeni Laura Mulvey, Görsel Haz ve Anlatı Sineması*** isimli makalesinde bu hazzın, erkek bakışı neticesinde oluştuğunu dile getirir. Zira geleneksel teşhircilikte de kadın bakılan, arzu edilen, erkek ise bakan taraf olmuştur. Bu yüzden Mulvey, izleme eylemini, dikizleme ile özdeşleştirip, seyircide erkek bakışı olduğunu iddia etmiştir. Bu nedenle konvansiyonel sinemada kadın, erkeğin bakışına hizmet edecek şekilde özne olmaktan koparılarak bir arzu nesnesi olarak çizilmektedir. Tabii mevzu hayvanlar olunca da durum pek değişmemektedir. Örneğin vahşi yaşam belgesellerinde izleyicilerinin çoğunun fiziksel ve estetik ayrıcalığı olan hayvanlarla özdeşlik kurduğu gözlemlenmiştir.

Foster’ın da görünüşü ve yaptıklarıyla kendisine cazip gelen ahtapota kadrajını çevirmesi ve onu her boyutuyla kayda alması da aynı sebeptendir. Ahtapot, bir süre sonra bilinç sahibi, hissedebilen bir birey olmaktan sıyrılarak biz izleyicinin eril bakışına hizmet edecek bir arzu nesnesine dönüşmeye başlıyor. Ki belgeseldeki ahtapotun dişi olması da bu tezi güçlendirmektedir. Foster’ın çekimlerinde ahtapot o kadar ilgimize mazhar ediliyor ki suyun içindeki diğer canlılara gerçek anlamda bakmamız bile mümkün olmuyor. Zira belgesel bizi bir estetik süje****, ahtapotu ise estetik bir obje***** olarak konumlandırıyor.

Görsel: Söylenti Dergi

Teknik Üstünlük

Bir yönetmen teknik anlamda elindeki malzemeyi etkili bir şekilde kullanarak seyircisini dilediği gibi yönlendirebilir. Seyircinin manipüle edilmesinde kamera açılarının, hareketlerinin, seslendirmenin, müzik ve ses kullanımının, aydınlatmanın ve kurgunun büyük rol oynadığı bilinmektedir. Duygusal bir sahnede arka fondan müziğin basılması, aksiyonun olduğu bir sahnede hızlı kurgunun tercih edilmesi, mutlu bir sahnede ışığın arttırılması en basit hilelerdendir.

My Octopus Teacher da tüm bu teknik hilelere başvuruyor. Örneğin, çizgili köpek balığının ahtapotu avlamaya çalıştığı sahnelerde arka fonda gerilim müziğinin duyulması, kameranın her zamankinden hızlı hareket etmesi ve yine o anların üst üste binecek denli hızlı bir şekilde kurgulanmış olmasının başka bir açıklaması olamaz. Kameranın konumlanışı, sanki seyircinin köpek balığı tarafından kovalandığını hissettiriyor. Bu da doğada gerçekleşen doğal bir süreci başka bir noktaya taşıyarak adeta bir gerilim filmi veya polisiye izliyormuş hissiyatı yaratıyor. Tabii bu hikâyede mağdur olan ahtapot fail olan köpek balığıdır!

Görsel: IMDB

 

Ne Öğrendik?

Foster, tüm belgesel boyunca ahtapottan bir şeyler öğrendiğini iddia ediyor. Ki zaten filmin ismi de “Ahtapottan Öğrendiklerim”dir. Ama Foster’ın filmin sonunda aslında hiçbir şey öğrenmediğini görüyoruz. O güne kadar tek başına bazen de oğluyla birlikte okyanusa dalan Foster, güya “Yosun ormanının hayat boyunca korunmasına adanmış bir dalgıç topluluğu olan kendisinin de kurucu ortaklarından olan Change Project” ile dalmaya devam ediyor. Bu da daha fazla deniz canlısının röntgenleneceğini, su altındaki yaşamın daha çok taciz edileceğini, doğal olayların yönünün tekrar tekrar değiştirileceğini gösteriyor ne yazık ki.

Foster, Afrika’daki Klahari yerlilerinin içindeki iz sürücülerinden esinlenerek ahtapotu takip ediyor aslında. Bir belgesel çekiminde tanıdığı bu iz sürücüler gibi olmaya çalışan Foster’ın ne o iz sürücülerinden ne de ahtapottan bir şey öğrenmediğini, sadece kendi bencil duygularıyla hareket ettiğini, kendini güçlü hissettiği yerde hükmünü sürmeye devam ettiğini görüyoruz.

Kaynak: Jordan and Eddie

Son Söz

Tüm bu başlıklarda dile getirdiklerimin sonucunda My Octopus Teacher, ne yazık ki onaylayabileceğim bir yerde durmuyor. Ki hali hazırda filmi izleyen ve vegan olmayan ya da hayvanların sömürülmesini pek de öncelikli meselesi yapmayan tanıdıklarımın filmden arınarak, pürü pak bir şekilde ayrıldıklarını bizzat gözlemledim. Konvansiyonel sinemada çoğunlukla başkarakter, seyircinin özdeşlik kuracağı hikâyenin ise seyircinin katarsis****** yaşayacağı şekilde tasarlandığı gözlemlenmiştir. Seyirci, bu tarz filmlerden adeta günah çıkartmış bir birey gibi arınmış bir şekilde çıkar. Ve kendini çok iyi hisseder. Fakat ana akım sinemanın antitezi olan karşı sinema ise seyircinin rahatsız olmasını, yaşamını, bugüne kadar yaptıklarını, dünyanın işleyişini sorgulamasını amaçlar. Karşı sinema, seyircinin midesine bir yumruk yemiş bir şekilde filmden ayrılmasını amaç edinir.

My Octopus Teacher’ı hüngür hüngür ağlayarak izleyen ve güya büyük bir aydınlanma yaşayan seyirciden, en fazla “Bir daha asla ahtapot yemem!” çıkışından ötesini duymadım. Peki, ahtapot yemeyerek hayvanları ve doğayı kurtarmamız mümkün mü? Kedileri ve köpekleri besleyerek nasıl tüm canlıları kurtaramıyor ve bir hayvan hakları savunucusu olamıyorsak ahtapotu yemeyerek de sadece türcü bir davranış göstermiş oluruz. Son olarak yazıya, sinema yazarı Şenay Aydemir’in film hakkında yazdığı yazının son paragrafı ile son vermek istiyorum.

“Bir kez daha insanlık kendini iyi hissetsin, hayatına anlamlar katsın diye, canlıların yaşam alanı turistik, uhrevî, mistik bir mekân olarak tanımlanıyor. Finalde kamera deniz yüzeyinden yükselip de kadraja yosun ormanlarına doğru dalışa geçen bir sürü insan girince, ister istemez akla şu soru geliyor: Bütün bu süreçten çıkardığınız sonuç bu mu?”

Dipnotlar:

* Temmuz 2014’te Nathan Rabin, “Manic Pixie Dream Girl” teriminin sıklıkla cinsiyetçi şekillerde kullanıldığını ve MPDG’nin kendisi kadar klişe haline geldiğini belirterek artık bu terimin kullanılmamasını istediğini de belirtmek isterim.

** İnsan biçimcilik, insanî niteliklerin başka bir varlığa atfedilmesidir. Hayvanlar, cansız varlıklar, doğa güçleri, monoteist ve politeist dinlerdeki tanrılar, melekler, şeytanlar, cinler ve daha başka kavramlar da “Antropomorfizm” konusu olabilir.

***Laura Mulvey’in 1973’te yazılan ve 1975’te İngiliz film teorisi dergisi Screen’de yayınlanan makalesidir.

**** Bir estetik nesneyi algılayan, onu kavrayan ve ondan estetik olarak hoşlanan, estetik haz duyan bilinç varlığı anlamına gelmektedir.

*****Güzel denilen bir doğa parçası, güzel bulunan bir sanat yapıtı ve onun estetik olarak algılanması ve kavranması demektir.

***** Arınma olarak da bilinen katarsis, Aristoteles’in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcük olup; ilgili yapıtta trajedinin seyirci üzerindeki etkisini anlatır. Literatürde, ruhun hem özgürlüğüne hem de tarafsızlığına kavuşturulmasını simgeleyen bir retorik olan Katarsis, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta bunun için bazen boyut değiştirmeyi (Astral olarak) de anlatmaktadır.  Psikanalizde, bilinç dışına itilmiş duyguların yaşanıp boşalım olanağına kavuşturularak hastanın patojen duygulardan ve nevrotik belirtilerden kurtarılmasıdır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir