Feminizm ve Veganizm, Bir Bütün müdür?

Jean: Bir kadının tüm haklarına tecavüz edilse, bunu başka birinin başına gelmiş bir şey gibi mi duyumsarsın?
Barbie:  Hayır, kendi başıma gelmiş bir şey gibi duyumsarım.
Jean:  İşte bazılarımızın hayvanlar konusunda hissettiği de böyle bir şey.
(Feminizm ve vejetaryenlik üzerine görüşmelerden, 1976)

Hak mücadelesi verirken aslında her mücadelenin birbiriyle bağlantısı olduğunu ve asla bir mücadeleye diğer mücadeleden daha fazla çaba sarf etmemiz gerektiği anlamına gelmediğini bilmeliyiz. Hiçbir hak mücadelesi birbirinden kopuk değildir, birbiri ile kıyaslanamaz ve her mücadele tek bir ortak noktada buluşur; özgürlük.

Ataerkil Sistem ve Hayvancılık

Ataerkil sistem, yaşantımızın birçok yerine sis gibi çökmektedir. Üzerine sis olduğu güruhtan bazıları da kadınlar ve hayvanlardır. Kadınların uğradığı şiddet, istismar ve ölüm farklı temeller adı altında hayvanlarında maruz bırakıldığı olaylara işaret eder. Geçmişte ve günümüzde yaşanan feminizm temelli sorunlar, şu an aynı biçimde hayvanların cinsiyetlerine dayalı olarak daha fazla istismara uğradığı sorunların başlıca nedenidir.

Carol J. Adams’ın 1990’da yazdığı ve feminizm ile hayvan hakları arasında köprü kurulmasını sağlayan, ‘’Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram’’ adlı kitap bu konulara dair bilgi edinilebilecek kapsamlı kaynaklar arasındadır. Adam’s hayvansal gıdaları iki ayrı kategoriye ayırıyor. Bunlardan biri hayvanlaştırılmış protein iken, diğeri dişileştirilmiş proteindir. Hayvanlaştırılmış proteinler kısmında et, dişileştirilmiş proteinler kısmında da süt ve süt ürünleri ya da yumurta gibi dişi hayvanların üremesi ya da üretmesi gibi sonuçlarla ortaya çıkabilen şeyler yer alıyor. Kitapta bulunan bu bilgiler kapsamında insan dışı canlılar arasında yer alan dişi bireylerle, insan olan dişi bireyler arasında bir fark olup olmadığını kendinize sormanızı istiyorum. Çünkü insanlar gibi yaşamını devam ettirebilme yükümlülüğü olan bu hayvanların yaşamamaları için bizden ne gibi bir farkları olabilir emin değilim.

Her gün binlerce kadın toplum içinde ayrıma, istismara ve şiddete maruz bırakılmaktadır. Bu ayrımı ya da şiddeti her gün birilerinden ya da bazı kurumlardan dolayı hissediyoruz. Cinsiyetçi reklamlar, kadını güçsüz konumuna düşürmeye bir hayli meraklı filmler, kadın bedenini nesne olarak gören kurumlar ya da kadına sadece doğum görevini aşılayıp işe almak istemeyen şirketler… Bu ayrımcılığı göz önüne aldığımızda, kadın bedeni ve dişi hayvan bedeni arasındaki bağı kurabiliyor olmalıyız. Daha açıklayıcı olması için sütün bardağımıza hangi yollarla geldiğinden ve yumurtanın hangi koşullarda soframıza sunulduğundan bahsetmek isterim.

İnek Sütü, Gökten mi Gelir?

İnek sütünün amacı insanları beslemek midir ya da bir buzağıyı 2 yıldan az bir sürede 90 kilogramdan 2000 kilograma kadar çıkarabilecek büyüme sıvısı mıdır? Yanıt, ikinci seçenektir ama olanaksız kılınmıştır. Kadınların, ancak gebe kaldıklarında memelerinden süt akmaktadır, ineklerin de öyle. Kısaca, ineklerde tıpkı kadınlar gibi yalnızca doğumdan sonra belirli bir süre süt verirler ama insanlara değil, asıl olarak buzağılara süt verirler ve sorun tam olarak burada başlıyor. Sütün akması için ineğin gebe kalması gerekir ve bu olanağı inek kendi norm ideasında yapmaz. İnek istismara tâbi tutularak gebe bırakılır ve buna yapay döllenme denir. Suni döllenme gerçekleştiği takdirde inek gebe kalır ve doğum yapar. Doğum yaptıktan belki de bir günden kısa bir süre sonra yavrusundan ayrılmak zorunda bırakılır. Yavrusu, eğer annesi gibi dişiyse annesinin yazgısını yaşamak zorundadır; istismar sonucu gebe kalmak, süt üretmek ve sonra ölmek. Eğer doğan buzağı erkekse süt endüstrisinde yeri ve yaşamımızdaki gibi değeri de yoktu. Bu yüzden, mezbahaneye gönderilmeden, kutu kadar bir alanda kansızlık hastalığına yakalanıncaya kadar demir eksikliği diyetiyle beslenecektir. O sırada, anne, belki de yeniden doğum yapabilecek duruma gelmiştir ve tekrar aynı istismarı yaşayacaktır, belki de her şeyi yaşamıştır. Artık memeleri süt makinesi yüzünden tahriş olmuş ve yaralanmıştır, yorulmuştur ya da özlemiştir ama kimse onun sessizliğini duymak istemedi ya da çıkardığı sesleri anlamak istemedi; mezbahaneye gönderildi.

Bu bir destan ya da olağanüstü bir öykü değil gerçeğin tam ortası. Bazen bazı şeyleri duymak kişiyi huzurlu hissettirmez, bu zamana kadar neler yaptığını göz önüne serer; sonra düşünceye yönlendirir. Belki de artık eskisi gibi değilsindir ama başka bir dünya olduğunu bilmek ve o dünyada yaşamdan yana olmak uykularını bölmez. Ben artık biraz huzursuzum ama daha rahat uyuyorum.

Tavuklar ve Yaşamları

Peki ya yumurta, onun da sömürü içerdiğini söylersem bana inanır mısınız? Tavuklar, neşeli hayvanlardır, paytak paytak yürürler. Yumurta, nasıl bir sömürü çeşidi olabilir, inanın bilmiyorsunuz ama anlatacağım. Öncelikle, süt endüstrisinde nasıl dişi inekler kullanıldıysa yumurta sektöründe de aynı biçimde tavuklar kullanılmaktadır. Hatta doğan erkek civcivler, dişi civcivlerin arasından alınarak öldürülür. Öldürme çeşitleri vardır; hepsini poşete koyup boğmak, kıyma makinesine atmak gibi. Kısaca, bir hayvan, doğduğu gibi öldürülüyor. Bu hakkı bireylere kim verdi bilmiyorum ama en yakın zamanda, birilerine yaşam haklarını tekrar sağlamak zorundayız, bunu biliyorum.

Tavuklara kanatlarını açacak alan tanınmaz, Her 430 cm2′ye 1 tavuk düşüyor; gün ışığı yok, pencere yok ve yalnızca aydınlatma var. Ben gövdemin sığmadığı bir yerde kendimi hayal edemem. Gökyüzüne bakamıyorsam ve kollarımı açıp kendimle dans edemiyorsam, bu yaşam bana ait değildir. Normal koşullarda tavuklar kirli hayvanlar değildir ama bu sektörde ya da endüstride, temizleme işlemi yapılmadığından, tavuklar dışkı ve idrar gibi pis ortamlarda yaşıyor. Bu yüzden de çeşitli hastalıklar onları bulmaktadır, hatta bu hastalıklardan dolayı ölmektedir. Ölen tavuklarsa bir süre alandan çıkarılmadığından, öteki hayvanlar cesetlerle dolu alanlarda yaşıyor diyebiliriz. Sona geldik, tavuk 19 aylık oldu; artık yumurtlayamaz, bu yüzden de endüstri onun dişiliğinden yararlanamaz ve onu mezbahaneye gönderir.

Yazdıklarım, hem kadının, hem de hayvanların cinsiyetlerine dayalı yapılan bir sömürüdür. Hangi biçime bürünürse bürünsün; şiddet değişmez, sadece kılıf giyer. Ama kadınları hayvanlaştıran ve hayvanları da cinselleştirip dişileştiren bu şiddet, kılıf giyse dahi görünmeye devam eder. En azından, bu şiddetin görünmesi için birileri ses çıkaracaktır.

Her Saniye, Yüzlerce Hayvan Öldürülüyor

Yine “Etin Cinsel Politikası” kitabından bir alıntıyla devam edelim: “Her on yedi saniyede, bir kadın tecavüze uğruyor. Her bir saniyede, yüzlerce hayvan öldürülüyor. ‘Dayak yiyen kadınlar’ gerçekliği her gün yüzümüze çarpılıyor ekranlardan ve gazete sayfalarından. Çiftliklerin esir ettiği, mezbahaların katlettiği hayvanlar, “marketteki et”e indirgeniyor günümüzde. Etin hem protein için zorunlu olduğuna, hem de gücün kaynağı olduğuna inanmamız için örülen mit, erkeğin potansiyel şiddet eğilimiyle üstünlük kurmasına neden oluyor. Etçilleri yiyen etçiller, kafamızdaki iktidar piramidinde en üste yerleştiriliyor ve bu haliyle gündelik yaşamımızın her köşesine sızıyor. Reklamların neredeyse tamamında eti yenilen hayvanların kadınsı temsil edilmesi ve erkek zihninde seks yapılacak kadının et ya da piliç görüntüsünde olması yap-bozu kendiliğinden tamamlıyor.” 

“Et yemek, erkek iktidarının her öğünde yeniden ilân edilmesidir.” diyor Adams; yemek masasında ya da porno sektöründe parça parça (göğüs, but gibi) tüketilen şeylerdir kadınlar ve hayvanlar. Erkeğin güçlü diye nitelendirilmesi ve zayıf bulduğu herkesi ya da her şeyi ötekileştirmesi, alt etmesi, nesne olarak biçimlendirmesi asıl sorunumuzdur.

Kadın ve dişi hayvan bedeni arasında kurulan bağlantıyı umarım anlatabilmişimdir ve eril tahakküm bir gün herkesten ya da her şeyden elini çekecek, peki biz yardımcı olan taraftan mı olacağız?

Hivda Polat

Hivda ekonomi öğrencisi, vegan ve yaşanılabilir bir dünya için yazı içeriği üretiyor.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir